Eddy Napoli & Giorgos Dalaras – Luna Rossa – Live in Atene
talip olduğu rüyayı
bu dünyanın
gözleriyle görenler
öte yanına geçtiğinizi
sandığınız
ırmak
akmıyor, kurak
kapağını açtığınızda
çınlayan boşluk;
ne kuyu kör
ne Yusuf
sizin sandığınız
tuzak
izine yazıldığınız yollara
hırkanız yetmiyor,
ne vardığınız güzergâh
yanıldığınızı geri dönmeye
kapanmasaydı adımlarınız
mümkündü belki
yoksulluğunuzu anlamak
hiç bir yarayı iyileştirmiyor
sonradan seçilmiş, kayıp
bir ezberin hayalini rüya sanmak
Murathan Mungan
-dağ-
Çıplak değil çırılım
sade, koyu
zamanla karışıyor insan
tenine
gövdesini kendi sanıyor
kapılıyor kanının geçmişine
kıvılcım alıyor dünya
değdiği yer
buzdan küle
Çıplak değil çırıl
kendi etinin duvarında
kanadını çağıran, hafıza
genleşir, seyrelir ten
hem dünyada kalırsın
hem buradan başka yere gidilir
Ölüm kilidini açar insanın
içinde zaman işliyor
Murathan Mungan
-dağ-
ne haydut bir akşamdı ağır nargilelerle
belki bâkî’den kopup gelmiş osmanlı redifler
nasıl sislendirirdi gönlümüzü
yorgun bir kederle
ne haydut bir akşamdı
nâzım hapiste dinamo sürgün
bir o şiir kalmıştı hani/gazâlî’den rubailerle
yalnızlıklar kesince önümüzü
kara zından ağızları gibi
büsbütün
ne haydut bir akşamdı
haydutlardan da beter
yıldızlar bozmuştu gökyüzünü
yemyeşil gürültülerle
uzakta bir köpek dağılıyordu
toprakta sürgünlerin ürkekliği
bardakta sosyalist karanfiller
ne haydut bir akşamdı
ne kadar da karanlık
kilitlenmişti ellerimiz görünmez kelepçelerle
meyhaneler gözaltında
rakılar zehirli
kadehler kırılmıştı artık
Attila İlhan
-tutuklunun günlüğü-
Nerde bizi seven kızlar?
Hepsi kara topraklarda.
Daha şen daha gamsızlar;
Daha güzel bir diyarda.
Sen ey bembeyaz nişanlı
Baharındaki bakire
Sararmış, garip sevdalı,
Verip kendini kedere.
Gözlerimizde bir derin
Edebiyat vardı gülen.
Sönmüş ışıkları yerin,
Yanın göklerde yeniden.
Gerad de Nerval
(Fransa, 1808-1885)
Çeviri: S.Eyüboğlu-Orhan Veli
Tanrılar arasında insan yalnızlığı mı
İnsanlar arasında insan yalnızlığı mı?
Korkusu, küçük düşürüyor hayatımızı
Ne diyordu ince şeylerin annesi
“Ötekini oku, derinde dipte duranı.”*
Kilisenin bahçesinde mumdan bir harita
Bütün göç yollarının iki ucuna tutunmuş
“Geride kalmanın cezasıyım – diyor –
Biliyor musun, hoyratlık değil de
İncelik yakıyor canımı…”
Bu kalabalıkta bu tenhalık –
Sevgilim, bütün sözlerimi
Mazlumların rüyasından seçtim ben.
Budur, düşünmeden bildiğim
Budur, ayaklarına serdiğim has bahçe…
Şükrü Erbaş
2012
-bağbozumu şarkıları-
* Gülten Akın
Yağmurun Elleri – e.e. Cummings
Küçücük bir bakışın
Çözer beni kolayca
Kenetlenmiş yapraklar gibi
Çeviri: Barış Pirhasan
Okudum uzandım kapı balığına baktım
Bütün gün bu dizeyi söyledim durdum.
Hava bulutluydu hava bulutlu dedim
Çıktım sonra dolaştım. Onarımı denetledim.
İşçilere surat astım. Bir taş yan düşmüştü
Bir tahta çalışmıştı: Düzelttim. Bir çocuk
ahtapotu taşlara vuruyordu. Çocuğa güldüm.
Gittim sonra kapalı bir çeşmeyi açtım
Bir kadın bir sokağı soruyordu, gösterdim.
Birden akşam denize gireceğim aklıma geldi
Tuttum üstümü değiştim. Baktım gün düşüyordu
Oturdum sonra Deniz Kitabı’ma çalıştım.
II
Üçkuyular Sokağı
Bir uzun gün denizi seyrettim. Büyük denizi.
Düşmüştü fırtınalar. Oturup bir tirandil
Oydum. Bir yol denizi yalayarak gidiyordu
Düşüyordu sonra Pazardağı’nın orda. İncecik.
Suda demirlemiş duruyordu bir Yunan gemisi
Aganta! dedim durup dururken. Deniz çınladı.
Suydu kent. Su! Bütün su! Su, su, su.
Bir yellos balığını fırlattım. Tirandil eğdi.
– Günler kısaldı, hava kağıt gibi! dedim
Kalktım sonra Üçkuyular Sokağı’na vurdum.
III
Kent
Bugün erken kalktım. Denizi uyandırdım.
Bir adam mürekkep balığı tutmuş gösteriyordu
Eğilip gözlerine baktım, masmaviydi, tortoptu.
Bir ağır işçiydi sanki öyle soluyordu.
Üç kişi oturmuş çay içip göğü okuyorlardı.
Lodosu anlatıyordu biri, lodos kılığına
girip. “Bodrum’da İsa’dan önce yalnız Salmakis
ve Zifiriya mahalleri vardı,” diyordu bir başkası.
Ben Dorları ve Büyük İskender’i düşünüyordum.
Bir de Saint-Petrum şatosunu, şövalye Naillac’ı.
Saat altıda güneş çıktı hepimiz dağıldık.
IV
Ot
Deniz kıyısındaydım, bugün birden bunu
Ansıdım. Gidip bir tepeden kente baktım:
Yıkık bir manastır yıkık duruyordu
Keşişlerini düşündüm, biraz da karılarını.
Eğilip bir otu kokladım sonra uzun uzun
Bir eşek anırdı, bir keçi meledi. Bayıldım.
Burda bir tekneyi boyuyordu bir adam,
Adamın, teknenin ortasına bir ‘Merhaba’ dedim.
Gittim bir bacanın resmini çizdim sonra
Akşama doğru baktım üstüm başım ot.
V
Doğabilim
Bitkileri öğreniyorum.Otları çiçekleri
Bir taflanı alıyorum.Taflan bu diyorum.
Başlıyorum incelemeye tutup iki ucundan.
Bir pelin yaprağını koparıyorum sonra.
Özsuyu çıkıyor elime.Bir dalı kanırtıyorum
Yininden.Uzun incecik bir söğüt dalını
Damarlarını sayıyorum bir suya bırakıyorum
Dünyanın en güzel yeşili o zaman anlıyorum.
Böyle bütün gün dolaşıp duruyorum
Sonra birden kağıda kaleme sarılıyorum.
İlhan Berk
Kanıt aramadı hiç; kuşku duymadı.
Düşündü durdu geride bıraktıklarını,
genç ölüleri.
Nereye yerleşeceklerdi karaya çıktıklarında?
İşte şu boş ahşap ev kıyıda, Rumlar’dan kalma,
o bildik sesi denizin aynı dili konuşan.
Oysa susarak geçirebilir o, kalan günlerini.
Kim sürecek şimdi bıraktığı mallarına
karşılık verilen on dönüm tarlayı,
kim toplayacak zeytinlerini yüz kırk ağacın?
Alış alışabilirsen yeniden
bu yeni rüzgâra, meraklı komşulara.
Martılar aynı martılar mı
unutmaya çalıştığın adada uçan?
Kanıt aramadan, kuşku duymadan
baktı durdu denize
onu çok uzaklardan
sağ kalanlarıyla
bu kıyıya getiren.
Cevat Çapan
-ara sıcak-
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.