mektup – Attila İlhan

mektubum yazılsın biraderime
bâd-ı sabâ tarafımdan selam eylesin
haber uçurulsun dostuma düşmanıma
tekmil vukuatım bilinsin

iptida namımız kayıt düştü deftere
âhiren okundu fermanımız
kilitlendi üstümüze kale kapıları
ne var ki boynumuz kıldan incedir
değil mi bunu devlet böyle buyurmuş
kaderdir alnımıza kara yazı yazılmış
ya sabır ya sabır dedik
bekledik günlerce bekledik
gam kervanı ikmal edip yükünü
bir ezan vakti düştü yollara
cümle muharipler silahsızdı
gel zaman git zaman varıldı
mihnet ülkesinde meçhul yerlere

deli gönül içlenir birden umut kırılır
kervan gözden nihan olur görülmez
gelir çan sesleri gelir yalnız
gelir çan sesleri ıraktan gelir
vakit ve saat gelince
karanlık gurbette bir gece
yıldızlar düşerken ağlanır
gözyaşı yürekten gelir
gelgelelim yıkılmaz gam sarayı
kale kapıları açılmaz
vurursun duvar sağır
vurursun kapılar sağır
bakarsın dört taraf kara
kapanıp yüzü koyun taşlara
mahzun düşünürsün

farzet ki hürsün
açılır birdenbire kale kapıları
birdenbire yıkılır duvarlar
dökülür mahpuslar dışarı
taze bir somun gibi bölünür hayat
alır herkes kendi nasibini
sübyan tayfası şarkı çağırır

–yere batsın gâvurdağları
yalnız düğün dernek olsun
hey canına yandığımın
insanoğulları gülsün–

derken kapanır yeniden kale kapıları
ve zemin simsiyah olur
bir mahpus öksürür bitişik hücreden
buz tutmuş müdüriyet’in tavan camları
acelesiz bir kar yağıyor kardeşim
kervan gaip olmuş sahralarda
muharipler can vermiş
gayrı bizden umut kalmıyor kardeşim
ahvalimiz malumun olsun böylece
cümlenize selam ederim

Attila İlhan
-hürriyet yürüyor/Duvar, 1948-

acı ninni- Attila İlhan

uyusun ay büyüsün camlar buğulanmasın
sen uyu uyusun bulutlar uyanmasın
ışıklar uyanmasın camlar buğulanmasın
sen uyu uyanmasın istanbul uyusun
karagümrük uyusun fatih uyusun
atatürk bulvarı’nda rüyalar büyüsün
sen uyu uyusun istanbul uyanmasın
gemiler uyanmasın camlar buğulanmasın

cibali uyanmasın evliya gibi uyuyor
kuytulara sokulmuş yummuş gözlerini
dudakları kilitli kirpikleri dolaşık
uykusunun içinde bir çığlık dağılıyor
gözbebekleri kirli gölgeleri sırnaşık
cibali korkuyor uykusu bölünmesin
uyusun büyüsün bulutlar uyanmasın
gemiler uyanmasın haliç buğulanmasın

bir yudum zehir gibi selim kaptan’ın uykusu
beykoz’u kaybetmiş beykoz’u
haliç’te arıyor unkapanı köprüsü
güya kadıköy’deymiş gemi demir tarıyor
dalgıç izzet rüyasının dibine inmiş
yirmi beş kulaçtan bir somun ekmek çıkarıyor
izzet’in gözlerini balıklar yemiş
ama nasıl büyük büyük uyuyorlar
uyusunlar sen uyu kimseler uyanmasın
cibali uyanmasın kalbim buğulanmasın

biletçi şerif ali kontrol şevket’i dövüyor
gözlüklerini kırıyor bir kaşını yarıyor
şevket’in sol kaşından mürekkep akıyor
pencereler gözlerini yumuyorlar
ben şoförüm benim ellerim şoför
daha bir sefer taksim yapacağım
arabayı yağmurun altından çekmeli
yarın belki tarabya’dan denize uçacağım
cibali yorgun bir mahkum gibi gölgeli
uyuyor uyusun vakitsiz uyanmasın
garajlar uyanmasın camlar buğulanmasın

cibali’nin uykusunu devler bekliyor istanbul bekliyor
marangoz serkis’in uykusunu ahmed’in uykusunu
büyük ocaklar gibi harıl harıl uyuyorlar
şahdamarlarından kâhtane deresi akıyor
bir orman heybetiyle karanlıkta büyüyorlar
rüzgârın gizli seslerini duyuyorlar
ninnisini duyuyorlar acı ninnisini
rüyalarına kırk haramiler giriyor
istanbul’un fırınları giriyor lokantaları
tezgâhları giriyor berber dükkânları
bulutlar dilim dilim yüreklerini yarıyor
ümidlerini bir hazine gibi saklıyorlar
saklasınlar uyusun ümidleri büyüsün
ay büyüsün uyusun bulutlar uyanmasın
cibâli uyanmasın camlar buğulanmasın

Attila İlhan
-yağmur kaçağı (1955)-

memleket havası – Attila İlhan

-16 mustafa kemal’in sofrası

yarın akşam gelin dedim ya
yırtık pırtık gelin zarar yok
üç işimin biri barış
biri dünya
biri de sizsiniz dedim ya
yarın akşam gelin
ama mutlaka gelin
buğday konuşacağız

siz yukarı çiğli’den misiniz
o nasıl şey
demek gözleriniz ışık tutmuyor
ellerinizi bir sattınız bulamıyorsunuz
bu evleri böyle tutan siz misiniz
o nasıl şey
insan gözlerine inanamıyor

sofraya buyurun sofraya
belli yorgunsunuz
peynir kestim sucuk doğradım
günbalı erittim bakın ya
içinizi ısıtırsınız
su içersiniz
sofraya buyurun sofraya
buğday konuşacağız

benim sizi bir görmüşlüğüm var
dur dur nereden bileceğim
ayvansaray’da dokumacı osman mı
hani geceleyin şarabını içtiğimiz
osman değil mi yanlışım mı var
öyleyse dur sebat matbaasından ibrahim
gözü daima tok karnı daima aç
gördün mü nasıl bildim
ibrahim gel ellerini silmeden gel
bu cıgara senin bu minder senin
ibrahim gel buyur sofraya
gel dedim ya
buğday konuşacağız

ragıp saatin kaç saatin
unutma dokuzda ajans dinleyeceğiz
demek yine kitapların ellerinden tutuyorsun
şiir deyip daldığın oluyor roman deyip daldığın
yine çocuk bahçesinde mor salkımlar uyanıyor
üniversite kitaplığında büyük kitapların
bu sabah haydi hegel’i okuyorsun
st-simon’u yarın
ragıp saatin kaç saatin
beyazıt meydanı’nda fıskıyeler davrandı mı
haydi gel sahaflar çarşısı’na uğra da gel
unutma bir tutam ışık getir sofraya
bir avuç fikret getir bir yürek dolusu mustafa kemal
kalpakları tozlu paşaların çığlıklı gözlerinden
bir tutam kuva-yı milliye mavisi
bir avuç umut getir dedim ya
en iyisi
sofraya buyur sofraya
buğday konuşacağız

akşama yarın akşama gelin
işte gelin hepinizi bekliyorum
siz de gelin pamuk halkı tütün milleti
hemen öylece gelin yabancı mıyız
ağrı çobanları sizi de beklerim
raman sen de gel çocuklarını da getir
soframda şenlik olsun içim açılsın
siz olmadınız mı yalnızım yadsıyım yabancıyım
siz yok musunuz varlığım ne kelime
yarın akşama gelin
ama mutlaka gelin
buğday konuşacağız

Attila İlhan
-ben sana mecburum (1960)-

memleket havası 7-8 – Attila İlhan

– 7 çarşı içi

güneşe karşı havalandı mı kuşlar
kanatları pır pır yaldızlanıyor
çarşı esnafı sabah sabah
kaldırımları sulamışlar
yırtık kargaların kış telâşı yeniden başlamış
uzakta bir traktör
gizli bir diş ağrısı gibi vızıldıyor

kıl heybeleri kalaylı bakraçlarıyla
anlaşılmaz dağlarından iniyorlar
yarık çetrefil suratlı kadınlar
ezanla bir sabah kahvelerini haramîler gibi basmış
kalabalık bıyıklı birtakım adamlar
güzel eşkiya gözleri
fena halde uzamış saçlarıyla

*

– 8 fabrika

bu ağır soluklu adamlar işçi olacaklar
dudakları yanık kötü cıgaralardan
avuçlarının dibi delinmiş
ayakları yere heybetle basıyor
birileri gümüşhâne’den
birileri şirân’dan
bu adamlar hilâfsız toprak adamları
işçi olacaklar

nemli şayak giyimleri tüte tüte getirecekler sabahı
çarşının en yağlı en sıcak çorbasına ekmek doğrayacaklar
bandula’lı ismail’in kahvesine uğrayacaklar
ve bir gocuk gibi alıp sırtlarına yağmurlu gökyüzünü
tütün dumanı dökerek
erkek burunlarından
şeker fabrikasına varacaklar
az buçuk efkârlı
tedirgin biraz
ama mağrur ve kararlı

hey allahım
nasıl dağlara vurup geliyor fabrikanın gürültüsü

Attila İlhan
-ben sana mecburum-

📸Yavuz Orhan ..

Attila İlhan (15 Haziran 1925 – 10 Ekim 2005) Anısına saygıyla…

gâvurdağlar’ından rivayet – Attila İlhan

5.göçmenler

harmanlar devşirilip mevsim güze yetince
gayrı yağmur mevsimi başlamış demektir
şimşekler çatallanır çakar gömgök çelik rengi
ardınca gök gümbür gümbür gümbürlenir
oy yiğenim göçtü sanırsın şu dağları
sonra nasıl selli sulu indirir
dört bir yanı deryalara döndürür
çok geçmeden coşkunlaşır selleri
çoşkunlaşır köpürür
yıkanır dağların tozumuş havası
çamlar ıslak ıslak kokar
gök yıkanmış toprak kokar
karderesi başlar yine hikâyesine

benden sana selam olsun hasanbeyli yaylası
bilirim koynunda yaşayan on sekiz hane göçmeni
vardım birisine sordum sual eyledim
hilafsız anlattı maceralarını
şimdi erkân ile ben dahi nakledeyim
anasıl bulgaryalı imişler
kimisi filibe’den kimi sofya’dan
toprakları bire yirmi verirmiş
karıları hünerli çocukları kıvrak
erkekleri bin türlü marifet bilirmiş
gel o taraf bulgarlık olalı beri
bir gariplik sinmiş içlerine
altın kafesteki bülbül misali
yurt hasreti işlemiş iliklerine
gözleri hiçbir şey görmez olmuş
tarlayı toprağı satıp savmışlar

balkan dağlarında şafak sökerken
bir sabah usul usul yola çıkmışlar
anayurda doğru göçmen kafileleri

yeni bir hayat bekliyormuş onları
tunca’nın arda’nın meriç’in gerisinde
taksim edilmiş kızanları
bölük bölük memletin dört bucağına

hasanbeyli’ye düşmüş on sekiz hanesi
bir türlü sığamamış gözbebeklerine
ilk seferde büklüm büklüm gâvurdağları
bir heybet ki dalga dalga dağılmış
görmüş çarpılmışa dönmüşler
o eşkıya dağların kara kucağında
ne kadar küçülmüşler
ve ne kadar yabancı gelmiş
ilkin anlamamışlar toprağın dilini
nasıl yer fıstığı nasıl çeltik
nasıl yazma yapraklı tütün yetiştirir
yeni insanlar girmiş hayatlarına
erkekleri sapına kadar erkek

kadınları bakır yüzlüdür
ala gözlüdür
çobanları heyheylenir
hayvanları tez huylanır
bir baş soğan bir yumrukta ezilir
güzellere güzelleme düzülür
çok sual sorulmaz dost olmak için

çiler gönül neylesin hatırlamak bu
efkârlanır içinde bir türkü kımıldar
meriç’i geçerken kulakları sağır olan
öğretmen eskisi düğme gözlü receb’in
yağmur hoyratça böler hatıralarını
gözleri büsbütün küçülür
neden sonra bakışıyla kucaklayarak
gâvurdağları’nın birbirine çarpa çarpa açılan
dev yelpazesini
bir tek kelime söyler ama güç duyulur
lâkin tarife sığmaz lügata sığmaz
o kadar büyük manalar kazanır ki
şu çetrefil kıraca toprağım derken
hasanbeyli köyünün göçmen sağır receb’i

Attila İlhan
-duvar-

gâvurdağları’ndan rivayet – Attila İlhan

ATTİLA İLHAN GAVURDAĞLARI KAZIM_HASIRCI_DSCN4152 OSMANİYE GAVURDAĞLARI

1.döşeme

işte evvel baharın üç ayları yetişti
şimdi göçmen kuşların tebdil mekân çağıdır
bir yol sökün eyledi mi dizi dizi turnalar
hasanbeyli yaylaları can bulup yeşerdi mi
kınalanır elvan elvan yeryüzü
örencik’in yamacında meclis kurulur
sıra sıra cezveler köze sürülür
talim eder ‘geldi m-ola’ türküsünü sarı ökkeş

-geldi m-ola şu bahçenin yazları
kulağımdan gitmez oldu sözleri
alev alev yanaklı kaman kızları
deli gönül hayran oldu cemâlinize­-

batıya yıkılırken gün yalap yalap
gayrı dağlar sıradan dumanlıdır
garbi yeli pek reyhanlıdır
fermanı kâr eylemez erkânın
türküler yakılır dağlar taşlar aşkına
tekmil ormanlar tutuşmuş gibi al olur
korkunç korkunç bakar yüceleri
gâvurdağları’na bir hal olur
sıcak temmuz geceleri

nasibini almış da bereketinden
bahçe kazasından azimet eylemiş
garib âşık nâdim hareketinden
hayaller her seher vakti
o afaka ser çekmiş dağları
çok ağlamış çok gülmüş çok dert çekmiş dağları

Attila İlhan
-duvar (1948)

©Kazım Hasırcı, Osmaniye Gavurdağları..

muhayyer – Attila İlhan

89037669_3049522605057847_3217552708026236928_o

önemli gizli boyutlarıyla yeryüzündeki yaşantımız
ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız
söylediklerimizle değil söylemediklerimizle varız
o gün ki ölümün perdesine yapayalnız yansırız
ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız

bir incesaz ki süreklidir yaprak döken korularda
çılgınlıkları oluşturur en çapraşık duygularda
büyük çıkmaz akla gelip de sorulmayan sorularda
bazı insan içten içe düşünür hesaplar da
ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız

üflediği sustuğumuz tutkuların düşlerimizi çokçadır
çocukluktan çıktığımızı sanmak aslında çocukçadır
gerçi gençlik bir uçta yaşlılık bir uçtadır
birleştikleri gerçek o müthiş sonuçtadır
ne kadar azdır yaşadığımızdan yaşadığımızı sandığımız

Attila İlhan
– incesaz/ tutuklunun
günlüğü-

hammal şakire ketenhelvacı mânileri – Attila İlhan

ATTİLA İLHAN HAMMAL ŞAKİRE KETENHALVACI MANİLERİ

konaktan taş attım denize
pasaport’a gitti yüze yüze
eş menend yok helvamıza
elvan elvan ketenhelvam
—vay kaymak vay

tırhan mı tırpan mı yanaşır
koca izmir’i sırtında taşır
bubam köylü hammalşakir
burmabıyık ketenhelvam
—vay kaymak vay

ayaklar yalın ensede hörgüç
otuz ramazan tuttu oruç
şakir’in derdi bir çift pabuç
bulut bulut ketenhelvam
—vay kaymak vay

sırmadan olsun kaytanı
silme kabara tabanı
yumurta topuk dini imanı
allah allah ketenhelvam
—vay kaymak vay

bu ahval koydukça koydu fakire
kalayı bastı kibar şiire
sıcacık beş mâni hammal şakir’e
zehir zıkkım ketenhelvam
—vay kaymak vay

Attila İlhan
-yağmur kaçağı-

memleket havası – Attila İlhan

ATTİLA İLHAN MEMLEKET HAVASI 11

—11 kalpaklı süvari

gecenin arkasında bir yerde
ufaldıkça gaz lambaları
nehrin omuzlarına yaslanıp yaslı ve dindar
yalnızlıktan soğumuş dağlar
kalpaklı bir süvari dolaşırmış gizlilerde
köylüler böyle diyorlar
yatsıları

nal sesleri duyulur mu yağmur olursa
ne mümkün en usul havalarda duyulacak
erzurum’a doğru şahdamarın oynar gibi
gören eden yok her nasılsa
kalpaklı olduğunu biliyorlar
bir elinde kılıç bir elinde sancak
kemah köylüğünde fakir fukaraya azık dağıtasıymış
üçer arşın kefenlik
içlik ve mintan
birer kese sarı lira cep harçlığı
olur mu olmaz mı orası bilinmiyor

tılhas’ta bir kağnıya dokunmasıyla bir ne halsa
araba traktöre tebdil olmuş
allah tarafından
tercan toprağındaki kerametini
anlata anlata bitiremiyorlar

köylüler böyle diyorlar
gecenin arkasında bir yerde
ufaldıkça gaz lambaları
nehrin omuzlarına yaslanıp yaslı ve dindar
yalnızlıktan soğumuş dağlar
kalpaklı bir süvari dolaşırmış gizlilerde
yatsıları

kemal paşa’dır diyorlar

Attila İlhan
-ben sana mecburum(1960)-

©Rezan Yıldız …

tatyos’un kahrı – Attila İlhan

ATTİLA İLHAN TATYOSUN KAHRI

son yolcunun adı attila ilhan’dı
miyoptu kısa boylu bir adamdı
dostu yoktu yalnızlığı vardı
yazı makinasıyla binmişti
bizimle konuşmaktan çekinmişti
gözlerini görseniz korkardınız
polis’ten kaçıyordu derdiniz
bir cinayet işlemişti derdiniz
halbuki kendinden kaçıyordu

tatyosyan’la arkadaş oldu
güvertede birlikte gördük
hırsızlama durduk dinledik
ermeni sicim gibi ağlıyordu
karısı marsilya’da kalmıştı
çocuğu karısında kalmıştı
anası istanbul’da bekliyordu
palermo feneri parlıyordu

tatyos’u iki polis getirdiler
marsilya’daydık kıştı kıyametti
rıhtıma kelepçeli getirdiler
mistral zehir kusuyordu
deniz bildiğiniz felaketti
bölük pürçük akşam oluyordu
tatyos’u göz hapsine koydular
katiyen cıgara içiyordu

“dövülmüş süt gibi yorgunum
geceleyin kapımı çalsalar
öyle telâş telâş uyanıyorum
iflâhımı kesti fransızlar
taşların üstünde yattım
karımla konuşturmadılar
üç günde bütün ihtiyarladım
üç gün dua ettim küfrettim
beni süreceklerdi biliyordum”

tatyos’un camları kırılmıştı
vapur ecel teri döküyordu
gizli gizli şimşek çakıyordu
haham levi dua ediyordu
tatyos’un kahrını anlamıştı
allah da anlasın istiyordu
allah tatyos’u görmüyordu
ellerini kana bulamıştı

tatyos’un üç cigarası olursa
ikisi mutlaka bizimdi
iki göz gibi birbirimize yakındık
aynı kahırla bakıyorduk
aynı sancıyı çekiyorduk
bindiğimiz bu gemi batsa
çırpına çırpına boğulsak
allah bilir ki sevinirdik
yalnız çocuklardan utanırdık
madem ki ölmemiz lâzımdı

“aşkale’de kel bir dağ vardı
nefesimi keserdi tıkanırdım
beni varlık vergisi yıktı
üç sefer askerlik ettim
gözüme kargalar konardı
elimde değildi ne yapayım
marsilya uzakta duruyordu
macera beni çekiyordu
istanbul’u sevmiyordum
alıp başımı gidecektim”

attila ilhan bir şiir yazacaktı
herifin yüreği delinmişti
içi taun gibi uğulduyordu
tatyos’un kahrını yazacaktı
sırılsıklam utanacaktık
tatyos mutlaka mesut olmalıydı
ömründe bir dakika olmalıydı
o dakika mesut olmalıydı
bunun çaresine bakmalıydık
yoksa yüzümüz olmazdı
doğru dürüst ölemezdik
ölüler bizi ayıplardı

Attila İlhan
-sisler bulvarı(1954)-