Tiksiniyorum soğan kokusundan Kızgın yağdan, Zorunlu, ucuz, özenli sofralardan, Her akşam döndüğüm.
–Ölüm Düşlerime giren bir şehir Kesemin elvermediği Bir sergi (Miro belki).
Otuzunda yaşlandı bizimkiler, Taşıdılar kanseri en güzel yerlerinde. Kırka varmadan öldü çoğu. Kanserleşmeden. Doğumda öldü de dağ gibi kızlar, Dal gibi kızlar işkencede dayandı.
–Ağrımasa bilir miydim Yüreğimin yerini
Döndünüz. Kırlangıçlar da gitti, Bırakıp suya gölgelerini. Sesiniz yorgun, sesiniz üzgün, Sesinizde özlem, sesinizde… –Umut yok hayır–
Bilir misin bekleme salonlarını küçük istasyonların? Akşam saatleri, uzak İstanbul’a, Ankara’ya. Dünya’ya birden iner karanlık. Ve üstüne sinmiş is kokusuyla, hep geç kalırsın artık.
Uykusunu alamamış beden, acımış yağ ve tanımadığın bir koku ortalıkta. Belli ki çoktan gelip gitmiş posta. Ve ışık ışık geçen hızlı tren durmaz bu aralıkta. Geç geldin.
Bir söylentiyle büyütülür herkes: “Gündönümü şenliklerin ateşleri sönmeden geri döner zemheri. Tipiye karışır erkenci çağla, çiğdem… Savrulur erik çiçekleri. “Boy atamayan ahlat yineler: “Geri döner zemheri…” Ve tadını kalın kabuklar ardına saklar…
Kadınlar, ki yoklukları farkedilir olsa olsa. Kadınlar, bir yazma, bir renk, bir devinim… Karıncalar kadar olağan… Payları karıncalar kadar hayatta. Göçerler, trenleri tanımadan. Selvisiz ve söğütsüz bir ıssızda, katar katar gece taşları.
Bekleme salonları. Ucuz tütün, mektup torbası ve bir öykü: cılız ışığıyla. Susuz ve ışıksız köylerin kapısı. Dünyayı bir durak sayanlara, örnek: “Budur payına düşen. Bekle…” Ve gökte gecikmiş bir turna katarı.
Bilir misin bekleme salonlarını?
II
Gül desem gocunur musun, her gördüğüm çiçeğe. Her dikeni gül saysam… Böyle kıraçlar varmış, dinledim: Gül diye adlandırırmış her rengi, Ve gül kokarmış ortalık. Sonra sevdanın ulaşmadığı kuytularda, karasevda olmuş her tanışıklık. Ah, dilini anlamadığım kalabalık…
Suçludur erken açan ve erken geçen çiçek Rüzgâra sinen koku. Yaban diye adlanır utangaçlık. Hırsızlık yasak ama yağma helâl. Kirletilmiş düşler, parçalanmış yürek… Gülün morardığında menekşe sayıldığı… Gülün tanınmadığı gerçek… Ah, sesime sağır yalnızlık…
Buğday tarlası ıslandı Sömürü sürdü bitmedi yıllarla Toprak gizlemez dökülen kanı Çalınan ekmeği O günden beri Kızıldır gelinciklerin rengi
Kara bulutlar rüzgârla toplandı Buzla fırtınayla Gelincikler tutuklandı Işık gizlendi Yaz sona erdi Sıcaktı yalnız Ana yüreği Baharı özleyen güneşe koşan Atlılar birer birer yandılar Bitti karanlık Işık yere indi O günder beri Kızıldır tan yeri
Şimdi nereye çökse karanlık Güne döner usulca ana yüreği Işıyan oğulların kanıdır Gelen günle Biriken kinle Bahar gelecek Buğday yeşerecek
Sennur Sezer -Türkiye Yazıları, 1978 / kitaplarında yer almayan şiirler-
Bir zamanlar
gece yağmurlarının öptüğü gül yaprakları selamlardı beni.
Yağmurlar ağrılar gibi dindi.
Bir eksik şarkı esip duruyor bahçelerde şimdi:
Ölüm kibirlidir… aşk acemi.
Güneşi hiç görmemiş çiçeklerin kokusu çağırır geceyi.
Orada, uzak güneyde, bu kokuyla sarsılır karanlık. Sevgiliyi
öven şarkılar ışıldar ufukta: Ya leyl, ya habibi, elbi elbi…
Ne gecenin umurundadır, ne sevgilinin… Yalnızların incinir
yüreği:
Ölüm kibirlidir… Aşk acemi.
Altın parçaları gibi sarkar da dallardan iğde, kokusu
anımsamaz çiçeğini. Söyle hangisinden yanasın… Hangisi
daha sevgili. Dudağında dilinde dolaşan buruk tat mı, baş
döndüren koku mu? Söyle özlediğin hangisi? Aşk mı acemi
yoksa … Ölüm mü kibirli?
Tebeşiri yerde kalmadı
Adı kitapçı vitrininde
“Sınıf” tez günde toplandı
Adı
Öğretmen Rıfat
Severdi çocukları
Lisesinin bahçesi
Evinin perdesi birbirine benzerdi
Detme çatma
Rıfat’a
Ranzada yatma zor gelmedi de
Dert anlatma zor geldi
Sevmenin insanları suç olduğunu
Öğrenemedi…
Sınıfta yerini
Bir başka çileli öğretmen alacak
Kitabın toplanacak
Şiir
Tok adamların
Leylalara yazdığıdır Rıfat
Öğretmenlik: Baba Ana Ot At
Yazmasını öğretmek…
Bilmek görmek
Söylemek yasaktı yasak
Bu günler geçer dedik
Geçti…
Bosna bir sudur. Köprüsü yok
Çünkü köprüye yeni gelinler gömülür. Hep ayakta kalsın diye.
Hep saygılı olsun diye insana.
Mimarın ilk karşılaştığı.
Kim olursa…
Bosna bir sudur. Köprüsü yok. Çünkü Drina’da mimarın
karısı gömülüdür. İki çocuğu kundakta. Taşlardan sızar sütü.
Kimi de gözyaşı der işçilerin. Gelinler köprülere diri gömülür.
Bosna köprüsüz bir sudur.
Sevgi köprü dinlemez bir sudur. Boşnaklar yadırgı gelin istemez.
Göndermez gelinleri üç çocuk anası olmadan baba evine. Bayramda
bile. Ve sever yadırgı güveyleri. Yaban töresinde gelinler baba evinden
esirgenmez.
Bosna bir sudur. Bosnalı delikanlı hep o kızı söyler.
Gölgesini pencereden gördüğü.”Na demirlu penceru”…
Usul bir gül kokusu ve kara bir saç örgüsü.
Sorar rüzgâr suya “imali?… Var mı?” Neyin sorulduğunu bilmeden
kızları yansılar su: “Neyma…neyma…”
II
“Na demirlu penceru”… Rüzgâr vuruyor kepenklere. Orada köprüde bir çocuk ağlıyor, istiyor annesini. Ve demirli pencerede siyah saçlı bir kız hayali…
“Na demirlu penceru”… Rüzgâr arıyor Boşnak gelinleri…
Arıyor yıkık köprülerde. Uzakta yadırgı bir şehirde, kucağında
bir bebekle bir kadın. Eski bir ninniyi mırıldanıyor.
Özlüyor dilini.
Köyünü soruyor sanki biri…Anasını, babasını…
Haykırıyor birden:
“Yok! Yok! Neyma! Neyma!”
III
Bosna bir sudur Köprüsü yok.
Sevginin köprüsü yıkık, Balkanların güneyinde.
Bosna bir sudur. Rengi Boşnak gelinlerin gözleri.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.